24 Mayıs 2012 Perşembe

"EN İYİ DOSTUM MÜZİK"


By on 01:36:00

© Zülal Kalkandelen
Cumhuriyet / 24 Mayıs 2012

Folk müziğinin evrensel yüzü” diye anılan Suzanne Vega’yı 13 yıl sonra yeniden ağırladı İstanbul. 1999’da İstanbul Caz Festivali’nde verdiği konserle akıllarda yer etmiş, her şarkısıyla ruhlara bir parça daha dinginlik katmıştı. Bu defa aynı deneyim Salon’da yaşandı.

Baylar, Bayanlar New York’un Suzanne Vega’sı!” anonsuyla sahneye çıktığında, olanca sadeliğiyle, siyah pantolon ve ceketiyle karşımızdaydı Vega. Görüntüsüne ihtişam katan tek şey, “Marlene on the Wall”u söylerken Marlene Dietrich’ten esinlenerek taktığı kocaman silindir şapkaydı. Amerikalı yazar /şair Carson McCullers için yazdığı müzikalden şarkıları seslendirirken de parmaklarının arasında yanmayan bir sigara tutuyordu. Şarkıların ruhunu tam yansıtmak için ufak ayrıntıları öne çıkaran müzisyenlerden biri o da.

Konser öncesinde yaptığım röportajda bana çekingen bir yapısı olduğunu söylemişti ama sahnede öyle gözükmüyor. Şarkı aralarında bolca konuştu, İstanbul’da olmaktan duyduğu mutluluğu ifade etti, Orhan Pamuk’un kitabını okuduğunu ve kendisini konserine davet ettiğini söyledi. Bir ara Türkçe konuşma kılavuzundan birkaç cümle okudu. Şarkılarıyla ilgili öyküler anlattı, Picasso’yu ve Frank Sinatra’yı andı.

Şarkılarında hiç doğrudan "I Love You" demese de, dinleyene dokunan aşk şarkıları yazan bir müzisyen Suzanne Vega. Anlattığı öykülerden en ilginci, 18 yaşında yazdığı ilk aşk şarkısı "Gypsy" ile ilgiliydi. Yazın tanıştığı İngiliz erkek arkadaşı için yazmış onu ama yaz sonunda gençlik ateşiyle hızlı bir aşk yaşadığı sevgilisinin Liverpool'a, kendisinin New York'a döneceğini ve sonuçta ayrılacaklarını bildiğinden ona bu hediyeyi vermek istemiş. Karşılığında o da Vega'ya bandanasını göndermiş...

Gitarist Gerry Leonard'la birlikte sahnede sadece iki kişilerdi ama gerek Vega’nın etkileyici yorumu, gerekse Leonard'ın efekt pedallarıyla yarattığı harikalarla ne davul ne de bas eksikliği hissedildi. Herkesin beklediği “Luka” ve “Tom’s Diner” dahil olmak üzere, eski ve yeni şarkılarına yer verdiği çok tatmin edici bir şarkı listesi yapmıştı Vega. 2002'de eski şarkılarının yeni yorumlarını yayınlamak üzere başlattığı "Close- Up" serisinden şarkıların yanı sıra, Danger Mouse ve Sparklehouse'un "Dark Night of the Soul" albümünde yer alan "The Man Who Played God"ı da yorumladı. Yaklaşık 1.5 saatlik konser sona erdiğinde, çok yorucu bir gün geçirmeme karşın, çok dinlenmiş hissettim.

Setlist: Marlene on the Wall - Heroes - Small Blue Thing - Caramel - Frank & Ava - Gypsy - New York Is a Woman - New York Is My Destination - Anne Marie - Harper Lee - Left of Center - Blood Makes Noise - The Man Who Played God - Queen & Soldier - Tired of Sleeping - Some Journey - Luka - Tom's Diner - Rosemary

Aşağıda çok keyif aldığım ve Suzanne Vega'yı biraz daha yakından tanıma fırsatı bulduğum röportajı paylaşıyorum.



İlk albümünüz çıkalı 27 yıl oldu ve bu ay eski şarkılarınızı yeniden yorumladığınız “Songs for Family” adlı bir albümünüz yayımlanıyor. İki yıl önce başlattığınız “Close-Up” serisinin amacı neydi? Neden eski şarkılarınızı yeniden yorumlama gereği duydunuz?

Hayranlarımın daha farklı, yalın bir yorumdan hoşlanacaklarını düşündüm. O şarkıların ilk yayınlandığı dönemdeki prodüksiyonlarını sevmediğim anlamına gelmesin bu. Hâlâ çok beğeniyorum onları. Ama dinleyicilerime daha özel bir yorumu sunmanın güzel olacağını hissettim. Blue Note plak şirketi ile çalıştıktan sonra, 2008’de bunu yapmak için uygun bir zamandı. Çünkü tekrar yeni bir şirketle anlaşma yapmak için çabalamak istemedim. Kendi şirketimi kurup kendim yayınlamaya karar verdim. Amanuensis Productions adlı prodüksiyon şirketimi kurdum. O dönemde Facebook’ta da bir sayfa açtım. Eğer 100 bin takipçim olursa, albümleri yayınladığımda onları dinleyecek bir kitlem olur diyordum.

Düşündüğünüz oldu mu? Albümlere dinleyicilerinizden nasıl tepkiler geliyor?

Çok iyi tepkiler alıyorum. Basında albümler hakkında çok güzel yazılar çıktı. Neden böyle bir projeye başladığımı anlamış gözüküyorlar. Konserlerde şarkıları yeni yorumlarıyla seslendirdiğimde dinleyiciler hep beğendiklerini söylüyor. Bugüne kadar gelen tepkiler çok olumlu. Ama hâlâ insanların bir kısmı “Bu şarkıları yıllardır radyoda dinliyorsak neden onları yeniden yayımlıyor?” diye düşünüyor. Kayıtların sahibinin ben olduğumu bilmiyorlar. Şarkılarımı farklı şekilde kaydetmek isteyebilirim.

Folk türünde şarkı söyleyip yazan bir müzisyensiniz. Ama aynı zamanda “MP3’ün annesi” diye biliniyorsunuz. Ayrıca internet üzerindeki hayali dünya Second Life’ta canlı performans sergileyen ilk müzisyensiniz. Bunlar benim aklımdaki folk şarkıcısı imajına hiç uymuyor. Teknolojiyle yakın bir ilişkiniz olmalı.

Evet, öyle. En azından yakın olmaya çalışıyorum. Annem, 1970’lerde bilgisayar sistem analistiydi. O dönemde aşırı büyük bilgisayarlar vardı. Gençken eve geldiğimde, annemi mutfakta ufak bir buzdolabı büyüklüğünde bilgisayarlar üzerinde çalışırken bulurdum. Modem aracılığıyla telefondan üniversite kütüphanesine bağlanırdı. Annem, çok parlak bir teknik uzmandı, ama babam tarafından da sanatla ilişkim vardı; üvey babam yazardı. Teknolojiyi seviyorum ve onunla iyi geçinmek için elimden geleni yapıyorum. Ama tur menajerim ve ses mühendisimiz biliyor; bazen aletler çalışmayınca çok sinirlenip vuruyorum onlara, ne yazık ki bazen de kırıyorum aletleri.

LEONARD COHEN'IN KADIN VERSİYONU

Bazıları sizi “Leonard Cohen’ın kadın versiyonu” diye adlandırıyor. Bu tanımlama için ne diyorsunuz?

Benim hakkımda düşündükleri için memnunum fakat nitelendirici bir etikete ihtiyacım yok. Leonard Cohen’ı seviyorum ama benim kendi sesim var. Bu ilginç bir konu tabii. 1980’lerde Cohen’la ilk olarak bir konserinde tanıştım ve imzasını almak istedim. Beni yansıtan iki kadın silueti çizip altına L.C. yazdı. Bir siluet olarak çizilmekten ziyade daha net bir şekilde anılmak istemiştim. Ayrıca adını ve soyadını sadece baş harfleriyle değil, tümüyle yazmalıydı. Ama bu konuları daha sonraki yıllarda konuşup hallettik.

Lisede sanat eğitimi aldınız. Görsel sanatlar müzik kariyerinizde başvurduğunuz bir esin kaynağı oldu mu?

Lisedeyken dansçı olmak istiyordum ve bütün eğitimim bu yönde oldu.

Neden dansçı olmadınız?

Çünkü öğretmenlerim çok fazla düşündüğümü ve dansta iyi olmadığımı söylediler. Basit dansları yapabildiğimi ama tekniğimin asla mükemmel olmayacağını düşünüyorlardı. Düşünme gücümü kullanabileceğim bir eğitim almamın daha doğru olacağı belirtildi.

“Çok düşünüyorsan dans edemezsin” demek gibi olmuş bu.

O dönemde öğretmenlerim öyle düşünüyordu. Belki koreografiyi ve öğretmeni seversem daha iyi olabilirdim ama sevmediğimde aklım başka yerlere gidiyordu. Tabii hâlâ dansı seviyorum ve zaman zaman dans ediyorum. Görsel sanatlara her zaman ilgim oldu. Kazandığım Grammy ödülünü de müzik nedeniyle değil, 1990’da “Days of Open Hand”in albüm tasarımı nedeniyle aldım. Erkek kardeşlerimden birisi görsel sanatlarla ilgiliydi, bir diğeri fotoğrafçı, kız kardeşim de kumaşları kullanarak görsel sanat alanında çalışmalar yapıyor. Sanıyorum ailemden bana geçen bir ilgi bu.

"MÜZİK, DÜNYAYLA İLETİŞİM KURMA YOLUM"

Dans yolu kapanınca müziğe yöneldiniz. Müzik size hangi kapıyı açtı?

Dünyayla iletişim kurma yolunu açtı. Oldukça yalnız bir çocukluk geçirdim ben. Müzik benim en iyi dostum...

En iyi dostumuz ortak o zaman.

Gerçek bir dost. Sonuçta benim farklı kültürlerle ve insanlarla buluşmamı sağlayan yol oldu müzik.

Şimdi size ünlü iki kişinin birbirinin tersi olarak yorumlanabilecek sözlerini okuyacağım ve birisini seçmenizi rica edeceğim. Birincisi, Albert Camus’den: “Bir insanın ortaya koyduğu çalışma, sanatın dolambaçlı yollarında yavaşça yapılan bir keşif sırasında, yüreğine dokunan basit ama muhteşem birkaç imajdan başka bir şey değildir.” İkincisi Leonard Cohen’dan: “Sanat, buram buram yanan hayatınızdan arta kalan küldür.” Hangisi size doğru geliyor ve neden?

Cohen’la aynı fikirdeyim. Camus’nün dediğini anlıyorum ama bu Cohen’ın dediği gibi bir süreç. Günlük yazarsınız, sanatçı olarak şiirler, öyküler kaleme alırsınız, görsel tasarımlar yaparsınız ve bunların hepsi mükemmel ya da tamamlanmış değildir; daha çok hayatınız boyunca kendi yaşadıklarınızın izini sürer gibisinizdir. Eğer bu yolu iyi sürerseniz, geriye duygularınızı, düşüncelerinizi net bir şekilde yansıtabildiğiniz çalışmalar çıkar.

Bir sanatçı olarak etrafınızdaki dünyayı keşfetmiyor musunuz?

Elbette keşfediyorum ama bir sanatçı olarak ardımda bıraktığım şey sadece birkaç mükemmel imajla ilgili değil; aksine sonuçlandırılmamış, tamamlanmamış mükemmel olmayan şeyler var. Geride bıraktığınız kül sıyırıp tamamlanmış olanları bulmaya çalışırsınız ama o kül hâlâ oradadır. Aslında her iki bakış açısında da doğru yönler var ama ben Cohen’ın ifade ettiği yola daha yakınım.

Geçenlerde Jarvis Cocker’ın şarkı sözlerini topladığı “Mother, Brother, Lover” adlı kitabı okudum. Jarvis orada “Şarkı sözleri şiir değildir; şarkı için yazılmış sözlerdir” diyor. Sonra da bu kuralın dışında kalan bazı istisnaları sayıyor. Siz bir şarkı sözü yazarısınız. Şiirlerinizi yayımladığınız kitabınız da var. Bu konuda sizin düşüncenizi merak ediyorum.

Şiir ile şarkı sözleri arasında fark var. İyi bir şiir kağıt üzerinde kendini belli eder ve okununca da mükemmel bir his verir. Şarkı sözü ise şarkıyla birlikte söylendiğinde kulağa iyi gelmeli. Kağıt üzerinde iyi dursa da şarkıda söylendiğinde kulağa aptalca ya da fazla gösterişli gelen ifadeler var ya da kağıt üzerinde komik dursa da şarkıda işe yarayan sözler olabilir.

Şair olarak niteleyebileceğiniz şarkı sözü yazarı var mı?

Leonard Cohen, Bob Dylan, Lou Reed, bazen Paul Simon. Benim en sevdiklerimden birisi Laura Nyro. Etrafındaki dünyayı anlatış şekli çok şiirseldi.

"ŞARKILARIMIN HEPSİ GERÇEK HAYATTA OLANLARLA İLGİLİ"

Bir keresinde Leonard Cohen’a “Şarkılarında gerçeği anlatıyorsun. İçini nasıl bu kadar kolay döküyorsun?” diye sormuştunuz. Şimdi aynı soruyu ben size sormak istiyorum. Yazarın itiraf edercesine içini döktüğü yazım tarzı ve gerçek hayatta belirsizliklere karşı eğilimli olmak arasında bir zıtlık yok mu? Çünkü siz gerçek hayattaki belirsizliklere ve gizemli durumlara ilgi duyuyorsunuz.

Cohen’a böyle mi sormuştum?

Evet, o ünlü röportajda sormuşsunuz.

Evet, o röportajda ona “Olanı mı anlatıyorsun, yoksa yalan mı söylüyorsun?” dediğimi hatırlıyorum. Çok kontrollü, kapalı bir insan o. O da bana “Olanı anlatırsın, yalan söylersin, şarkıyı tamamlamak için ne yapman gerekiyorsa onu yaparsın” demişti. Ben bir zıtlık olduğu kanısında değilim. Bir şarkı yazarı olarak, gerçekler ve doğrular hakkında yazmak istersiniz elbette. Ama bunun yabancılara yapılan itiraflar şeklinde olması gerekmez. Bu ikisi arasında bir denge bulmak gerek. Hem gerçekler anlatılır hem de onun yaşadıklarınızı tümüyle ortaya dökmek şeklinde olmamasının bir yolu bulunur.

Bugüne kadar yazdığınız her şeyin kaynağı gerçek hayatınızda yaşananlar mı?

Evet, hepsi bir tür gerçeği anlatıyor. Her zaman benim içinde bulunduğum bir durumla ilgili olmayabilir ama en azından bildiğim bir gerçeğe ait hepsi. Bazıları fantazi olabilir ama onların da kökeni gerçeklerle ya da olabileceklerle ilgilidir.

Gerçeğin genellikle acı sonuçlar verdiği bir alana girersek, şu sözünüzü hatırlıyorum. “Müziğimi doğrudan politik olarak sınıflandırmıyorum” demiştiniz. Yine de yıllardır politik ve özellikle sosyal meselelere dikkat çektiniz. 1988’den bu yana Amnesy International’ın üyesi olarak çalışıyorsunuz. Müzik ve polika ilişkisi hakkında görüşünüz ne?

Politikadan pek hoşlanmıyorum ama sosyal meselelere karşı duyarlıyım. Politika günden güne değişse de sosyal sorunlar hep var ve aynı. Yoksulluk, işsizlik, eşitsizlik, ayrımcılık her zaman var. Bu konular ilgi alanımda.

Aslında bunlar da politikanın tam merkezinde olması gereken konular. Tom Morello ve diğer bazı müzisyenler, New York’ta Occupy Wall Street hareketine destek veriyorlar. Sizin OWS hakkında görüşünüz ne?

Benim OWS ile ilişkim biraz karışık. Eşim, o eylemde tutuklanan insanları savunan bir avukat. Gece 3’te eve telefonlar gelir ve o mahkemeye, hapishaneye koşturur. Kahvaltılarda, yemek masasında hep bu konular konuşulur. Hayatım bununla geçiyor ama sokağa çıkıp protestolara katılmıyorum, eşim gidiyor. Konuşma yeteneği çok iyidir; eskiden sokakta performans sergileyen şairlerden biriydi. Ben biraz daha çekingen bir insanım. Özel hayatımda bile duygularımı kolaylıkla açığa vurabilen birisi değilim. Çok politik bir ailede büyüdüm. Sokaklarda gösterilere katılıp şarkılar söyleyen bir annem ve babam vardı. Ben daha çok kendi kendimleydim; masama oturup yazı yazmaktan hoşlanıyorum. Gösterilerde yapılanları gerçekleştirmek benim yapıma pek uygun düşmüyor ama eylemleri destekliyorum. Materyalist dünyaya karşı tepkiyi göstermenin iyi bir yolu.

Barack Obama’nın bugüne kadar sergilediği başkanlık performansından hoşnut musunuz?

Obama’yı gerçekten beğeniyorum ve başkanlığını destekliyorum. Hayal kırıklığına uğrayan insanlar var ama bence Cumhuriyetçiler tarafından bloke edilmiş vaziyette. Dünya barışına hizmet edecek bir öneriyle gelse bile hayır diyorlar; çünkü o ne yaparsa yapsın kötüdür gibi bir bakış açıları var. Bence yine de bugüne kadar iyi işler yaptı. Onun çizdiği karakteri izlemek de ilginç. Akıllı, duygularına fazla kapılmayan, stratejik birisi.

Yeterince cesaretli mi sizce?

Bence gayet cesaretli ama yapmaya çalıştığı şey çok zor. Dünya meseleleri karşısında bir denge kurmaya çalışıyor. Bunu kendine güvenini kaybetmeden ama aynı zamanda aptalca davranmadan yapmak zorunda. Cumhuriyetçilerle başa çıkmaya çalışırken işin içine espri yeteneğini de katıyor ki bu bence çok iyi. Bunlar benim düşüncelerim. Cumhuriyetçi akrabalarım da var. Ülkede ciddi bir yılgınlık ve öfke de söz konusu. Ama Obama seçildiği ilk gün, yapmak istediklerini gerçekleştirmesinin zaman alacağını söylemişti.

Ground Zero etrafında dolaştığınızda ne hissediyorsunuz?

O bölgenin yakınına gitmeye cesaret etmek bile çok zaman aldı. Sadece yerde değil, gökte de varlığını koruyan bir yok oluş duygusu hakimdi. Kayıpların acısını aşmak zaman alıyor. Eskiden oraya çok yakın bir yerde yaşıyordum. Hala acıyı içimde hissediyorum. Dünya Ticaret Merkezi’nde çalışan bir erkek kardeşim vardı. O olaydan birkaç ay sonra öldü. Aradan geçen bunca zaman sonra kent biraz da olsa kendine geliyor ama o kentte trajedi hakkında kiminle konuşsanız acılar depreşiyor. Herkesin o olayla ilgili anlatacak bir ya da daha çok hikayesi var...

"NEW YORK KALTAĞIN TEKİ"

“New York bir kadın” adlı şarkınızda, “Seni ağlatacak / Onun için sen herhangi bir erkeksin” diyorsunuz. Kente çok zorluklar geçirse de hâlâ güzelliğini koruyan bir kadın karakteri vermişsiniz. Ben de o kentte uzunca bir süre yaşadım ve bence bu kent hakkında yazılmış en iyi dizelerden birisi. New York, son 10 yılda özellikle milyar dolarlarla oynayan fon yöneticilerinin ve turistlerin cenneti haline geldi. Kentsel dönüştürme projeleri gerçekten yoksulları semtlerden çıkartacak bir sınıfsal şekillendirme hareketi değil mi? New York’u hâlâ eskiden olduğu kadar güzel buluyor musunuz?

Kent her zaman olduğu gibi değişiyor. Bir zamanlar New York’un tamamen yozlaştığı savunulmuştu. Bu benim için çok şaşırtıcıydı; çünkü New York hiçbir zaman saf ya da masum olmadı. Kentin genç sanatçılara kapısını açıp onlara olanaklar sunduğu şeklindeki düşünceye de katılmıyorum. Bu ne şimdi ne de 70’lerde oldu. New York, her zaman kaltağın biriydi ve hâlâöyle. Ama o kocaman yalancı iş dünyası o fikirleri sürekli işliyor. Oturduğum semtte dolaşıp küçük işletmelerin birer birer yok olduğunu, her yerin Duane Reade ya da banka şubeleriyle donatıldığını görmek çok üzücü. Yoksul mahalleler hâlâ çok yoksul ve onlara yardım için yürütülen projelerden devlet desteği çekiliyor.

Siz İspanyol Harlem’inde yetiştiniz. Bunları görmek sizin için sarsıcı olmalı.

Gerçek bir trajedi. Devletin yiyecek ve sanat için yaptığı destek programlarıyla ayakta kalan bir bölgeydi. Yeniden o yoksul bölgeleri canlandırıp, oradaki insanlarla iletişim kurmak gerekiyor. Bu çok önemli. Oralara gidip elimden geleni yapmaya çalışıyorum; okumalısınız, yazmalısınız diyorum onlara. Tek çıkar yol bu...

(Fotoğraflar ve video bana aittir.)

Yazan: Zülal Kalkandelen

Translate